17 Şubat 2012 Cuma

SANAL DÜNYA YALAN DÜNYA

Acaba bu başlıkla kendi blogumu da yalanlamış mı oluyorum? Neyse girmeyelim oraya… J
Benim yaşlarımda olanlar hatırlar, zamanında ICQ vardı. Telefon hattımızı meşgul ederek gerçekleştirdiğimiz ilkel İnternet bağlantımızın ardından ilk açtığımız şey bu olurdu. Bence mertlik o zaman bozulmaya başladı. Yeni tanıştığınız birinin size ilk sorduğu soru genellikle “ASL” idi, yani “AGE-SEX-LOCATION (YAŞ-CİNSİYET-YER)”. İşte ilk yalanlar da böyle başladı! 20’lik çıtır götürmek için yaşını küçülten sapık amcalar, kendine ait olmayan üçgen vücutlu resimler gönderen memeli erkekler, evli olduğu halde kendini bekâr olarak tanıtanlar hayatımıza ilk o dönemlerde girdi.
 Zamanla sanal dünya coştukça coştu. Fotoğraf paylaşım siteleri, Facebook, Twitter, Linkedin, vs derken hayatımız masa başında kamburumuz çıkmış halde geçer oldu. Bu sanal dünya mekânları hepimiz üzerinde bir bakıma baskı oluşturdu bana sorarsanız. Bundan birkaç sene önce Facebook’a ilk üye olduğumda iyi ki bekâr değil de evliymişim diye düşünüyorum. Malum ilişki durumunu belirtmek lazım, âlemin döt olduğu bir dünyada ilişkinin ne kadar süreceği belli mi? Bugün “in a relationship” iken yarın “it is complicated” olmayacağı ne malum? Karizma ne olacak? Millet ne diyecek? Bir de fotoğraf meselesi var. Facebook’taki fotoğraflara bakarsanız, tüm dünya her gün parti modunda zannedersiniz. Herkes âlemlere akıyor, coşuyor, deli gibi içiyor, düşman çatlatırcasına eğleniyor. Bir de kendine yeni bir imaj kazandırma çabasında olanlar var (ben en çok onlara gülüyorum ya da acıyorum mu demeliyim emin değilim). Kendi evinde yalnız başına otururken sofistike bir imaj yaratmak isteyen genç masada Jack şişesi, elinde Küba purosu, arka plandaki televizyonda Nat Geo Wild açık şekilde “tasarlanmış” dekoruyla son derece “doğal, sıradan” bir poz veriyor. Üstelik düşünsenize, açı filan ayarlamak için makine evde uygun bir yere yerleştiriliyor, çeşitli pozlar deneniyor muhtemelen. Çok fena valla! Allah kimseyi düşürmesinJ Durum güncellemesi stresi de ayrı bir konu. Tamamen kendinizle ilgili bir şey yazmış olsanız bile, hiç aklınıza gelmeyecek bir neden yüzünden bunu saldırı gibi algılayan insanlar çıkıveriyor birden. Herkes cengâver, herkes aktivist, herkes bilirkişi kesiliyor. Günlük hayatta “höt” desen kaçacak tiplerin dili 30 km uzuyor. Ben son zamanlarda bir şey yazmadan önce epey düşünür hale geldim sonradan sinirlerim bozulmasın diye. “Şunu yazarsam bu alınır mı?”, “Bunu yazsam şimdi şu ne der?” diye kara kara düşünür oldum.
Bir de maalesef Twitter var… Twitter’a 2 kez şans tanıyıp bir süre takıldıktan sonra bana göre olmadığını anlayıp çıktım. Bir kere benim gibi her şeyi detayıyla anlatma derdindeki bir insan 140 karakterle sınırlanırsa delirir. Ünlülere ya da sosyeteye laf sokma gibi bir derdim yok. Gündemi takip edebilirsin deseniz senelerdir alakam yok. Ne gazete okurum, ne televizyonda haber dinlerim çünkü bunların gerçek olmadığına ve bizi uyuttuklarına inanıyorum. Doğuş’un saksısı ya da Hilal’in sütyeni beni ilgilendirmiyor özet olarak ve her geçen gün daha çok merak ediyorum Twitter’ın bu kadar tutulmasına sebep nedir diye.
İtiraf etmeliyim ki bu âlemde kendini kaybedenlerden biri de benim. Henüz hastalık derecesinde olmadığı ve en azından durumun farkında olduğum için yine de kendimi şanslı sayıyorum. Mesela birini MSN ve Facebook’tan silip engelliyor olmayı, artık onu hayatımda istemediğimin bir göstergesi olarak görmeye başladım. Arkadaşlarıma anlatırken “Yok artık mümkün değil görüşmem, sildim zaten MSN’den de Facebook’tan da” cümlesini ağzımdan çıkarken duyduğumda ben bile şaşırıyorumJ Bilgisayarımı açtıysam anında Facebook ve MSN’i de açar oldum. Bunlar olmazsa dünyadan uzak kalıyormuş gibi bir hisse kapılıyorum. Geçen gün eşimle evde İnternet yokken akşamları yatana kadar nasıl vakit geçirirdik diye konuştuk (sanki elektrik icat edilmeden önce insanlar ne yapıyormuş acaba konuşması gibi J).
“Cep telefonu kullanmayacağım, sosyal medyadaki tüm hesaplarımı kapatacağım” gibi entel dantel ve asılsız cümleler kurmamı bekliyor olabilirsiniz. Elbette demeyeceğim, ben hayatın içinde geyiğin de önemli bir yer tuttuğuna inananlardanım. Kafamızı rahatlatmak için internette gezinmek, iki video paylaşıp ortamı şenlendirmek, işe biraz ara verip sanal çiftliklerimizde domates ekmenin bir sakıncasını görmüyorum ama bu gidişe de bir dur diyelim diyorum. Artık her gün bir bahaneyle dışarı çıkmaya çalışıyorum (ev-ofis şeklinde çalışanlarınız varsa tüm haftayı eşofmanla evde geçirmek nedir bilirsiniz), işim yoksa bilgisayarın önünde oturmak yerine kapatıp bir film izlemeye ya da arkadaşımı aramaya çalışıyorum. Özet olarak, kendimizi mahrum etmesek de *okunu çıkarmayalım diyorum. Aksi takdirde akıl hastanelerinde yakında internet bağımlıları için de bir bölüm açılabileceğini düşünüyorum. Yatan hastaya günde 3 doz ankesörlü telefon dışında her şeyin yasak edildiği bir dünya istemiyorum. Hiçbirini yapamıyorsak bile sosyal medyadaki arkadaş listemizin aslında “gerçek” arkadaş sayımızı yansıtmadığını, sanal albümlerdeki resimlerin hayatları değil sadece “sahte anları” yansıtabileceğini, Twitter’dan bir şey yazdığımızda aslında tüm dünyanın bizi duymadığını hatta iplemediğini, chat yaparken vurgu ve beden dilini kullanamayacağımız gerçeğini ve en önemlisi de gerçek dünyanın bilgisayar tuşları ve ekranına sığdırılamayacak kadar güzel ve bir ömrün masa başında geçmeyecek kadar kısa olduğunu bilelim istiyorum.
A/S/L?
38/F/Istanbul…

1 yorum: