31 Aralık 2011 Cumartesi

PARA, PARA, PARA...


Malum yeni yıl geliyor. Her yılbaşında ben de pek çokları gibi ulaşılması güç hedefler koyan, yeni öncelikler belirleyen ve anlamsız hayallerini elindeki tam, yarım ya da çeyrek piyango biletine bağlayan biriyim. Garip bir şekilde tek bir gecede her şeyin değişeceğine inanıyoruz ya da inanmak istiyoruz. Neyse konumuz bu değil aslında bugün.
Yeni yıl yaklaşırken televizyondaki parfüm reklamlarının ne kadar arttığını fark ettiniz mi? Ben oldum olası bu reklamlara uyuz olurum. Fasulye sırığı gibi incecik ve uzun boylu bir kız, son derece kaslı ve dar kalçalı bir erkek, spor arabalar, pahalı mücevherler, ışıltılı elbiseler, vs. vs. Bu reklamlarda bize satmaya çalıştıkları parfüm değil aslında, bu imaj. Sanki ben o parfümü alınca birdenbire popom eriyecek, boyum uzayacak, bizim beyin karnında baklavalar çıkacak, otoparktaki araba aniden üstü açılır hale gelecek ve biz Paris, Milano gibi bir yerde yaşıyor olacağız. Her gün hunharca seks yapacağız, kafam kadar pırlanta yüzüğüm olacak ve seksapelden üzerimizde yumurta pişirecek derecede ateşli ateşli kırmızı halılarda yürüyeceğiz. Ee o zaman hala duruyor olmak aptallık olur, gidip o parfümü almak lazım!
Geçen gün bir TV programına yapay yılbaşı ağacı ve süsleri pazarlayan bir firmanın temsilcisi konuk olmuştu. Benim bildiğim ağaç yeşil olur. Hadi mevsimlerden sonbahar diyelim, o zaman da sararan, kızaran yapraklarıyla toprak tonlarına bürünür. Peki, siz hiç mor ya da mavi çam ağacı gördünüz mü ya da beyaz veya kırmızı? Efendim mor ağaçla en güzel giden süsler dore süslermiş, gümüş rengi süsler siyah ağaç üstünde güzel duruyormuş falan. Yuh! Bunları alanlara da katmerli yuh!
Olay yılbaşı ile sınırlı kalsa yine iyi. Daha bunun Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü var. Kişiye özel olmayan ne kadar gün varsa ben hepsinin uyduruk olduğunu düşünenlerdenim. Mesela Anneler Günü yaklaşırken yayınlanan reklamları bir düşünün. Hepsi de duygu sömürücü reklamlar. Bu tutum daha ne kadar zalimleşecek diye merak ediyorum bazen. Annesini kaybedenler bir yana, benim aklıma en çok çocuğunu kaybeden anneler gelir ve hep düşünürüm bu insanlar ne hissediyordur bu günlerde diye.
Bu sözde özel günler bizleri tüketime özendirmek için biçilmiş kaftan benim gözümde. Hediye almazsak sevilmediğimize inanmaya başladık. Sevgimizin ölçüsü verdiğimiz hediyenin fiyatıyla hesaplanır hale geldi. Biliyorum çok geyik gelecek ama eskiden bayramlarda mendil filan verilirdi, şimdiki çocuklar bayram harçlığını beğenmiyor, cep telefonu filan istiyor bayram hediyesi olarak.
Özel günlerdeki dayatma aslına bakarsanız normal günlerde de devam ediyor, gözümüzün içine sokarak değil belki ama daha sinsice ve derinden. Televizyondaki moda programlarına bakın, varoştan fırlamış genç kızlarımız işinden ayrılma pahasına bu yarışmalara katılıp bir aylık maaşlarından daha fazlasını kıyafetlere harcıyor. Üstelik bir de televizyona çıkıp ekranlarda aşağılanma kısmı var, bir nevi sado-mazo ilişki biçimi olsa gerek…
Bu kadar söylendikten sonra gören de beni her gün basma entariyle geziyor sanır. Bu söylediklerime ters düşecek gibi görünse de ben giyime epey önem veren bir tipim. Renk uyumunun olmadığı bir kıyafetle dışarı çıkmayı düşünemem bile (malum Başak burcu psikopatlıkları). Aksesuarlarım olmazsa olmaz zaten. Ama kıyafetlerimin hiçbiri bir servet değerinde değil. Pazardan bir sürü şey alırım, indirimden de. Hiçbir markaya bağımlılığım yok. Özellikle de tişörtlerin üzerine kafam kadar harflerle adını yazan markalara! Alışverişi moda ya da trendlere göre değil, ihtiyaca ve işleve göre yaparım (kendimi şımartmak için aldığım birkaç şey hariç). Giysi ya da ayakkabı alırken önce rahatlığa bakarım, şıklık ikinci planda gelir. Hediye konusuna gelince vaktim varsa bir şeyler almak yerine vereceğim hediyeyi kendim yapmayı tercih ederim. Eşim, annem, anneannem ve arkadaşlarıma yaptığım bazı hediyeler belki size de fikir verebilir:
-          Birlikte çektirdiğimiz fotoğrafları kesip renkli bir fon kâğıdına yapıştırdıktan sonra çerçeveleterek yaptığım kolâjlar.
-          Boncuk ve taşlarla hazırladığım kolye, küpe ve bilezikler.
-          (Bu benim favorim): Yılın 12 ayını üşenmeden dikdörtgen şeklinde kestiğim kartonlara yazdım, her ay için bir fotoğraf koydum ve her sayfanın arkasına ayın yemeği, bir Kızılderili sözü ve önemli günleri yazdığım bir masa takvimi.
Kısacası ne fazla tutumlu ya da pinti ne de tüketim manyağı olmanın bir anlamı yok! Reklamını gördüğümüz ya da vitrinlerde dikkatimizi çeken her şeyi almamıza gerek yok! Sevgililer gününde pırlanta yüzük beklemeye, yılbaşında Kenan Doğulu ya da Bülent Ersoy programlarına para dökmeye, 5 yaşındaki çocuğa doğum gününde tablet almaya, cep telefonumu her yeni çıkan modelle yenilemeye niyetim yok!
Vereceğiniz hediye ya da üzerinizdeki giysi ne olursa olsun niyetiniz iyi olsun! Herkese mutlu yıllarJ

26 Aralık 2011 Pazartesi

LADYODA GÜNLÜKLERİ: ERKEKLER MAÇTAN, KADINLAR KUAFÖRDEN

LADYODA GÜNLÜKLERİ: ERKEKLER MAÇTAN, KADINLAR KUAFÖRDEN: Evet, hepimiz biliyoruz; kadınlar ve erkekler birbirinden farklıdır. Bu konuda yazılmış yüzlerce kitap, makale, vb. okuduk ve onlarca film ...

ERKEKLER MAÇTAN, KADINLAR KUAFÖRDEN

Evet, hepimiz biliyoruz; kadınlar ve erkekler birbirinden farklıdır. Bu konuda yazılmış yüzlerce kitap, makale, vb. okuduk ve onlarca film seyrettik.  Aynı yemeği tekrar tekrar ısıtıp sofraya getirmiş olmamak için işi biraz eğlenceli kılmaya çalışacağım.
Öncelikle kadınların söyledikleri ile anlatmak istediklerinin neler olabileceğini, erkeklerin ise bunları nasıl algıladığına dair örneklerle başlayalım:

KADININ SÖYLEDİĞİ
KADININ DEMEK İSTEDİĞİ
ERKEĞİN VERDİĞİ KARŞILIK
Çamaşır yıkamam lazım ama hiç halim yok.
Çamaşırları sen yıkasana.
Yarın yıkarsın.
Saçlarım iğrenç oldu.
Saçlarımın ne kadar güzel olduğunu söyle.
Yok ya, bence fena değil, gayet iyi.
O saatte nasıl döneceğim oradan? Otobüsler çok kalabalık olur.
Beni almaya gelsene.
Vapura binersin.
Erkeklerde üçgen vücuttan hoşlanmıyorum ama fit olması güzel tabi.
Ben sana güzel görüneceğim diye kilo vermek için kıçımı yırtarken sen de göbeğini eritip spora başlasan iyi olur.
...
Kuru fasulyeyle pilav kaldı mı?
Bence Ahmet’in karısı tam bir cadaloz.
Değerimi bilsen iyi olur, ben hiç dırdır etmiyorum.
Öyle mi gerçekten? Fark etmedim, ne yaptı ki?


Bu örnekler çoğaltılabilir ama önemli olan bu tablodan çıkarılacak sonuç bence. Biz lafı ne kadar dolandırırsak erkekler konudan o kadar uzaklaşıyor. Demek ki neymiş? Ne istiyorsak dosdoğru söylemek lazımmış. Açıkçası ben bu dediğimi yapıyorum ama çevremdeki çoğu kadın yapmadığı için pek de hoş olmayan durumlarla karşılaşıyorum. Nasıl mı?
·         Tatildeyiz, denize girdik. Deniz çok soğuk.
BEN – Oha! Buranın suyu çok soğuk, bir daha buradan girmeyelim!
DİĞER KADIN – Assssskıııııım, ben çok üşüdüm amaaaa!
·         İki çift oturmuş, üçüncü çiftin dedikodusunu yapıyoruz.
BEN – Aysel’lere kıl oluyorum bazen. Her yemekte öküz gibi içiyorlar, biz içmediğimiz halde hesabı eşit paylaştırıyorlar.
DİĞER KADIN – Evet, tabi ama Aysel çok tatlı kııııııııııııız, çok seviyorum ben onu. Ayyyy canım benim!
Bu durumda benim taktik de geçerliliğini yitiriyor doğal olarak ve yeni bir yöntem belirlemek gerekiyor. İkiyüzlü, yapmacık toplumumuzda ‘insanlarla’ ilişki kurarken kıl olmamayı beceremiyorsanız, doğal olmayın! Ya çenenizi kapatıp oturun ya da politik olun! Ya da ağzınıza geleni söyleyin ama karşılaşacağınız tepkilere de hazırlıklı olun. Eşiniz ya da sevgilinizle yalnızken ilk metodu uygulamaya devam etmekte fayda görüyorum yine de. Yani istediğin neyse açık açık söylemek ve bu sayede zaman kaybetmeden hedefe ulaşmak! İlk başta alacağınız tepkiler sert ya da üzücü gibi görünse de sabredin diyorum, işe yarıyorJ
Şimdi bir de madalyonun diğer yüzü var. Yani erkekler ne diyor ve kadınlar ne anlıyor?

ERKEĞİN SÖYLEDİĞİ
ERKEĞİN DEMEK İSTEDİĞİ
KADININ ANLADIĞI (Bu sütunda açıklanan algılama biçimi kadının regl öncesi döneminde daha da inanılmaz bir hal alabilir)
Yemek biraz tuzsuz olmuş sanki.
Yemek biraz tuzsuz olmuş sanki.
Tabi ya, beğenme sen benim yemeklerimi. Annen çok beceriyor sanki bu işi!
Serdar’ın nişanlısı bence çok tatlı bir kız, çok yakışıyorlar.
Serdar’ın nişanlısı bence çok tatlı bir kız, çok yakışıyorlar.
Ne demek çok tatlı? Benden tatlı mı yani?
Bu elbise sana yakışmadı, diğerini dene istersen.
Bu elbise sana yakışmadı, diğerini dene istersen.
Bana resmen koca *ötlü dedi!
Mesaiye kalacağım bu akşam.
Mesaiye kalacağım bu akşam.
Kesin beni aldatıyor!


Evet, erkekler bu kadar basit varlıklar. Basit derken aşağılama maksadım yok; dosdoğru, içi dışı bir anlamında. Bizler gibi detaylar içinde boğulmuyorlar da boğmuyorlar da. Onlar için satır araları, alt bilgi, üst bilgi yok; sadece satırlar var. Hatta satırlar çok uzarsa dikkatlerini uzun süre odaklayamayabilirler. Mesele fazla ilgilerini çekmeyen bir şeyler anlatıyorsanız…
KADININ SÖYLEDİĞİ:  Bugün kuafördeyken bir kadın geldi, adamı delirtti resmen. Önce başkasının sırasını almaya çalıştı, sonra iki saat saçına ne yaptıracağına karar veremedi. Röfle mi yaptırsaymış balyaj mı yaptırsaymış? Kısa mı kestirseymiş kat mı attırsaymış? Adam ne yaptıysa beğenmedi, herkesi azarladı durdu. Kuaförler gerçekten çok sabırlı tipler. Ben olsam nasıl dayanırdım bilmiyorum…
ERKEĞİN DUYDUĞU:  bla bla bla KUAFÖRDEYKEN bla bla bla SAÇINA bla bla bla KISA bla bla bla bla bla BEĞENMEDİ bla bla bla bla KUAFÖRLER bla bla bla bla…
Siz siz olun kızsal anılarınızı onlarla paylaşmayın, paylaşacaksanız da uzatmayın.
Gelelim erkek ve kadın dünyasındaki eşitliklere; eşitlik derken haktan, hukuktan filan bahsetmeyeceğim. Denklem anlamında yani, x = y gibi.

KADIN
ERKEK
SONUÇ
Alışveriş + güzellik merkezi + dedikodu
Futbol + çekirdek + bira
= Keyif
Açık havada brunch + sinema veya evde DVD keyfi  + sıcak bir banyo
Pijama + kanepe + uzaktan kumanda
= Güzel bir Pazar günü
Botoks
Prostat
= Yaşlılık
Ağda + diyet + bikini paniği
Şezlong + uyuklama + bira
= Yaz tatili


Kavramları ve beklentileri bu kadar farklı olan iki cins hala nasıl oluyor da birbirini istiyor ve birbiriyle beraber yaşayabiliyor anlamış değilim. Sanırım bilinmeyene duyulan meraktan kaynaklanıyor karşı tarafı tanıma, çözme isteği. Ya da insan kendinde olmayanı tamamlama isteği duyuyor, dengeyi arıyor.
Evlilik ya da ilişki uzmanı değilim, kadınların temsilcisi veya sözcüsü filan da değilim. Ama yaşadıklarım ve gördüklerimden çıkardığım bazı sonuçlar var, benimle aynı fikirde olur musunuz bilmem ama yine de kulağınıza küpe olsun diyorumJ
KADINLAR İÇİN REÇETE:
-          Biraz naz YAPILIR, fazla kapris ÇEKİLMEZ!
-          Biraz gizem ARANIR, kapalı kutu OLUNMAZ!
-          Para güvence İÇİNDİR, üzerine evlilik KURULMAZ!
-          Podyum mankenleri ELBİSE ASKISIDIR;  erkekler askıya gömlek asar, KADINI yanlarında isterler!
-          Tüm “öteki” kadınlar DOST değildir ama DÜŞMAN olmak zorunda da değildir!
-          ALDATAN erkekler vardır, ASLA ALDATMAYANLAR da!
-          Sadece ÇOCUĞUNUZA annelik yapabilirsiniz, kocanıza ya da sevgilinize veya çevrenizdeki her insana DEĞİL!
-          112 çift ayakkabınız olmazsa ÖLMEZSİNİZ!
-          Mumsuz ve çiçeksiz de romantizm OLUR, biraz YARATICI olun, KLİŞELERE takılmayın!
-          Biraz SUSUN ve DİNLEYİN!
ERKEKLER İÇİN REÇETE:
-          Bulaşık yıkamak ya da yemek yapmak Einstein olmayı GEREKTİRMEZ, İSTEYEN HERKES yapabilir!
-           Arabanızla cüzdanınıza GÜVENMEYİN, daha yenisi de daha dolgunu da BULUNUR!
-          Sadece KASLARINIZ kadınlardan fazladır, HAKLARINIZ değil!
-          EVDE KALMAK bazen sadece bir TERCİHTİR!
-          Kadınlar da KAKA YAPAR, PIRTLAR, KUSAR ve SÜMKÜRÜR! (horlayanı bile vardır)
-          Biraz DEKOLTE hoştur, TEŞHİRCİLİK değildir!
-          Arabayı park edebilen, adres bulabilen ve yön tayin edebilen kadınlar da VARDIR!
-          “Seni seviyorum” demek ve can kulağıyla dinlemek sanıldığı kadar zor ya da sıkıcı DEĞİLDİR!
-          Kadınların da gözleri vardır, biraz ÖZEN ve BAKIM erkeği “tekerlek” yapmaz!
-          EĞLENİLECEK kızla da EVLENİLEBİLİR ama EVLENİLECEK kızla EĞLENMEK ZORDUR!
Kadınlara da erkeklere de iyi şanslar! J

24 Aralık 2011 Cumartesi

23 Aralık 2011 Cuma

TAŞ FIRIN ERKEĞİ DEXTER’A KARŞI

Son birkaç yıldır bir dizi furyasıdır gidiyor; yerlisi ayrı, yabancısı ayrı. Anneannemden biliyorum, millet reklam arasında diğer kanaldaki diziye geçerek aynı anda 2-3 diziyi aradan çıkartabiliyor.
Biz de ailece bu döngüye kapılmış bulunmaktayız. Tercihlerimiz yabancı dizilerde yoğunlaşıyor ama akraba ziyareti, bayram ziyareti gibi etkinliklerde yerli dizilere de mecburen maruz kaldığımız oluyor. Senelerdir Lost, Alias, Battlestar Galactica, Fringe gibi diziler seyretmeye alıştıysanız yerli diziyle göz göze geldiğinizde şok yaşayabilirsiniz. Şimdi bunu birkaç örnekle açıklayıp konuya netlik kazandıralım.
Lost’u seyredenleriniz bilir; dizi 6 sezon devam etmiş olmasına rağmen hikâye aslında birkaç ay içinde geçtiği için karakterlerin ten rengi asla Arap *aşağına dönüşmedi. Gel gör ki, başı dertten kurtulmayan ve fakirlikten ağzı kokan yerli dizi ailesi sezon finali ardından girdikleri yaz tatilinde gönüllerince bronzlaşarak yeni sezona bronz, fakir ve dertli bir aile olarak girdiler. Geçmiş yıllarda yayınlanan bir başka dizide daha benzer bir olaya bizzat şahit olmuştum. Sezon finalinde fingirdeşmek için seraya giren iki yasak âşık, yeni sezonun ilk bölümünde seradan bronz bir tenle çıkmışlardı, sanırım sera etkisi bu olsa gerek!
Bir de mesaj kaygılı dizilerimiz varmış, geçen gün denk geldim, Doğru Ahmet ile Bay Yanlış’ı izliyorum sandım. Dizideki ev sahibi aile ile misafir aile salonda oturmuşlar, ellerine de bir yangın söndürücü almışlar, yangın anında neler yapılması gerektiğini anlatıyorlar. Nasıl doğal, nasıl doğallar anlatamam!
Mesaj deyince aklıma geldi. Tüm yerli dizilerin ortak yönü devamlı olarak gelecekte olacaklara dair mesaj vermek, ama öyle inceden inceye değil, gözüne soka soka. Lahana beyinli seyirci kitlesinin 1,44 MB’lik hafızasına devamlı “Bak, İbrahim ölecek mesajı veriyorum; bak ölecek diyorum, aman diyorum” şeklinde söylemedikleri kalıyor bir tek.
Dizilerden bahsetmişken izleyicisinden de bahsetmemek olmaz. Bu dünyada başka bir millet var mıdır acaba dizi karakteriyle oyuncuyu aynı kişi zanneden? Mesela Oktay Kaynarca, Hırtlar Vadisi’ndeki rolüyle çift kişilikli bir hayat sürecek ölene kadar muhtemelen. Zamanında dizide mükemmel bir anneyi canlandıran eski mankenlerimizden biri özel hayatında çocuk sahibi olmamasına rağmen hayranları tarafından Yılın Annesi seçilmişti. Bunları düşününce Tecavüzcü Coşkun’a sabır dilemek geliyorum içimden, ömrünün sonuna dek tedbir amaçlı pamuk tıkaması gerekebilir (gerçi ömrü sona erdiğinde de çıkarmasına gerek yok, zaten tıkıyorlar).
Bir de ortaya yerli-yabancı karışık, yanardöner yapımlar çıkıyor arada. Yabancı diziden uyarlama yerli diziler… “Bu dizi tüm dünyada çok tuttu” deyip birileri atlıyor herhalde ama nerede yaşadıklarını unutuyorlar diye düşünüyorum. Örneğin aynı mahallede hem zengini, hem fakiri oturacak; yetmiyormuş gibi bir de bu kadınlar birbiriyle arkadaş olacak.  Bizde bu ilişki ancak birinin diğerine temizliğe gitmesiyle kurulabilir. Zengin olan fakiri aşağılar, fakir olan da zengine karşı servet düşmanlığı yapar, birlikte oturup ‘margarita’ eşliğinde dedikodu yapmazlar.
Yerli dizilere bu kadar saydırmışken yabancı dizilere de iki çift laf etmeden duramayacağım. Her bölümde farklı bir vakanın çözüldüğü polisiye dizilerin hastasıyım. Dizi olayın gerçekleşmesi ile başlar (bu genellikle cinayettir). Olayla ilgili FBI, polis ya da ilgili birim her ne ise olay yerine gelir; baş rol oyuncusu karizmatik bir şeyler söyler, güneş gözlüğünü takar ve jenerik müziği girer. Ardından hummalı bir araştırma çalışması başlar. Aradığınız her tür cevabı verecek aletler mevcuttur. Adamın saç telinden, don ipliğinden ya da diş macunu markasından anne kızlık soyadı ve kolesterol seviyesine kadar her şeyi öğrenebilirsiniz. Bu arada suçlu pek ukala, pek huysuz bir tiptir. Tutuklandığında kendisini sorguya çeken polisle dalga geçer, dil çıkarır, hatta nanik yapabilir. Polis ise soğukkanlıdır, “son gülen ben olacağım” diye düşünür ve akşam namazına kalmadan zaten olay çözülür ve polis gerçekten de son gülen olur. Maalesef bunların da yerli versiyonları yapıldı ama kanı ayrı sansürlü, sigarası ayrı sansürlü. Seyretsek de adam ölmüş mü yaralanmış mı, yoksa üzerine vişne suyu mu dökülmüş anlamak zor. Sigara içmediğine eminim zaten, ot çiğniyordur o ya da ağzı yanmıştır, duman çıkıyordur.
Yazımı naçizane birkaç öneriyle sonlandırmak istiyorum, ruh halinize ve isteklerinize göre seçebileceğiniz diziler:
·        Ben öyle devamlı dizi mizi takip edemem, arada bir seyredip kafa dağıtayım diyorsanız: CSI (hangi şehirde geçtiğinin önemi yok).
·        Görgü kuralları, gelenek ve göreneklerimiz, vb hakkında bilgi edinmek; bugün ne giysem diye düşünmekten kurtulmak için: Çocuklar Duymasın.
·        Öyle bir dizi olsun ki hiç bitmesin diyenlerdenseniz: Kurtlar Vadisi.
·        Tecavüz eğiliminiz varsa veya yengenize kıl oluyorsanız: Fatmagül’ün Suçu Ne?.
·        Her tür sapıklık ve yozlaşma ilginizi çekiyorsa: Nip Tuck.
·        Uzaylılara inanıyorsanız: V (Visitors).
·        Yakışıklı, karizmatik adamlar görmek istiyorsanız: Kuzey ve Güney (0-25 yaş arası), True Blood (25 yaş ve üstü için).
·        Çok eşliliğe inanıyorsanız: Muhteşem Yüzyıl.
·        IQ’nuz Forrest Gump düzeyinde ise: Akasya Durağı.
·        Bu evrenden bana hayır yok, şansımı paralel evrende deneyeceğim diyenlerdenseniz: Fringe.
Hepinize iyi seyirler…J

21 Aralık 2011 Çarşamba

19 Aralık 2011 Pazartesi

Hayatımın içine eden meslek grupları – 2

Efendim bu bölümdeki ilk hedefimiz devlet memurları. Ben bunların bırakın Türkiye’yi bu gezegenden olmadıklarına inanıyorum. Devlet memuru dedim ama aslında bu başlık genişletilebilir. Özel ya da devlet üniversitesi olsun fark etmez, öğrenci işlerini düşünün mesela. Gider bankonun önünde durursunuz, görevliyle aranızda taş çatlasa 50-60 santim vardır ama siz orada 24 saat dikilseniz bile sizin varlığınızdan haberdar ya da rahatsız olmaması mümkündür. Su faturası ya da elektrik faturası ödemeye gittiğinizde de durum aynıdır. Ama mümkünse hayat boyu nüfus idaresi, tapu müdürlüğü ya da sigorta kurumuna gitmeyin! Bunlar bu kategorinin en zorlu temsilcileridir. Sabrınızı sınamak için dünyaya gelmiş varlıklardır. En önemli özellikleri oraya her ne iş için geldiyseniz sanki o işi yüzlerce kez yapmışsınız gibi davranmalarıdır. Devamlı aptal muamelesi görürsünüz. Bir keresinde nüfus cüzdanımı değiştirmek için gittiğimde 1 kişi tarafından 30-40 saniyede yapılabilecek bir işlemi nasıl 3 kişiye paylaştırarak süreci 15-20 dakikaya uzattıklarına şahit oldum. Önce zırt görevlisinden ilgili belgeyi alırsınız. Sanki adamdan belgeyi değil, canını istemişsiniz gibi son derece ekşimik bir suratı vardır. Aldığınız belgeye damga gerekiyordur, bunun için sıraya girersiniz. Sıraya kaynak yapmaya çalışanlara önce ters ters bakmanızı, işe yaramıyorsa dirsek müdahalesinde bulunmanızı tavsiye ederim. Sıradayken damga basmanın ne kadar zahmet verici ve uzun bir işlem olabileceğine şaşarsınız. Bu adımı da atlattıktan sonra son aşama yani imza aşamasına gelirsiniz. Annem de zamanında bu aşamada çalıştığı için biliyorum. Kendisi semt pazarından dolmalık biber, vb. alıp son derece yoğun mesai saatleri içinde yemek için ön hazırlıkları yapardı. Bu aşama üst düzey aşama olduğundan muhatap olacağınız zat da bir o kadar zor bir insandır. Zaman zaman ürkütücü boyutlara erişebilir. Buradaki süreci hızlandırmanın en etkili yolu söz konusu kişiyle hemşehri çıkmaktır. Bir keresinde nüfus cüzdanımda evlenince değişen memleketim dolayısıyla hayatımda hiç bulunmadığım, hatta yerini haritada bile gösteremeyeceğim bir şehir sayesinde işlerimi epey hızlandırmayı başarmıştım. Uzun lafın kısası herhangi bir devlet kurumundan işinizi kimseyle papaz olmadan halledip çıkabiliyorsanız bilin ki hayata hazırsınız. Artık hiçbir şey sizi yıldıramaz!
Gelelim reklamcı grubuna… Bunlar sevimli, sosyal ve espritüel görünümlerinin altında son derece arıza bir gruptur. Özellikle dişileri arasında tehlikeli olanlarına da rastlanır. Genel eğilim “saçım ne kadar yeşilse, o kadar yaratıcıyım” yönündedir. Dişileri genellikle çok kısa saçlıdır, hani oğlan çocuğu kısalığında. Sanırım “saçı uzun, aklı kısa” deyişini benimsemiş bir topluluk da denebilir. Gündemi yakından takip ederler, etmezlerse kendilerini çok geride kalmış hissederler. Asla evde yemek yapmazlar, çok geleneksel ve banal bir şeydir bu. En önemli özellikleri dünyada reklamlar olmazsa dünyanın duracağına inanmalarıdır. İşyerinde kullandıkları terimleri tüm toplum biliyor zannederler, bilmeyene rastlarlarsa çok şaşırırlar. Eski (buradaki “eski” yıllardır arkadaşım anlamında değil, artık arkadaşım değil anlamında kullanılmıştır) bir reklamcı arkadaşın oturduğu apartmandakilerden bahsederken “bizim bütün apartman C grubu” dediğini hatırlıyorum. Hatırlamaz olaydım, tüylerim diken diken oldu yine! “Reklama” girmesin diye ismini söyleyemeyeceğim bir cep telefonu, tablet, bilgisayar, vb. markasının Türkiye sözcüsü zannedebilirsiniz bunları. Uygulama yerine aplikasyon demeyi tercih ederler ve “50 koruma faktörlü güneş kremi uygulaması”, “günlük ped uygulaması”, “bira yanında tekila uygulaması”, “evdeki bakıcıyı kamerayla dikizleme uygulaması” gibi özelliklerle hayatlarını kolaylaştırmaya çalışır ve bu nedenle de telefonları olmadan büyük abdeste bile çıkamazlar (oysa kabızlık aplikasyonu indirebilirler).

Sıra geldi benim en favori gruplarımdan birine: Psikologlar… Senelerce bu grubun en fanatik savunucularından biriydim. “Ay ben deli miyim psikologa gideceğim, ne işim var?” diyenlerden hiç olmadım. Bu mesleğe hala da saygım var ama artık bana mı denk geldi desem yoksa bunlar da uçmuş mu desem emin olamıyorum. Bir kez daha istisnaları konumuz dışında bırakarak başıma gelen birkaç olaydan bahsetmek istiyorum. Öncelikle şu soruyu sorarak başlamak istiyorum: Neden psikologa gitme gereği duyarız? Kendi başımıza ya da arkadaşlarımız, ailemiz, vb. yardımıyla çözemediğimiz sorunlarımız vardır ve bir uzmana görünmek isteriz. Uzman deyince benim aklıma en azından benden daha iyi durumda olan biri geliyorJ Peki gittiğiniz uzman hoşuna gitmeyen şeyler söylediğinizde göz seğirmesini kontrol edemez halde karşınızda oturuyorsa ne yaparsınız? Bir merhem verip “Buyurun kelinize sürün lütfen” demek gelmez mi içinizden? Ya da odasına girdiğinizde oda viski kokuyorsa ve seans esnasında masanın altından iki tık çakıveriyorsa? Terapiden çok ocakbaşı muhabbetine dönüşmüş bir tarzda “Amaaaan boş ver bunları, dünyayı gez, rahatlarsın” gibi önerilerde bulunuyorsa? Evet, şaka gibi ama ben bunlara şahit oldum. Üstelik bu iki örnek iki ayrı terapiste ait. Bir başkası ise rolleri değişmişiz de sanki kendisi anlatmaya gelmiş gibi bana kocasını anlatmıştı. Bu meslek grubuyla en azından şimdilik ilişkimi kesmiş bulunuyorum. Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.
Bu liste daha çok uzar. Bana sorarsanız, hangi meslekten olursa olsun adam, adam olmayınca ne bilgisayar mühendisinden hayır geliyor ne de son ütücüden. Mesleği ya da statüsü tüm kimliğini ele geçirmiş insanları hayatımızdan uzak tutalım, kuru ve serin bir yerde saklayalım derim.

15 Aralık 2011 Perşembe

YAŞAM KOÇU VE YAŞAM KOYUNU

Kendimi bildim bileli yatırımı kafaya yaptım. Kafa derken sanmayın ki perma yaptırdım ya da bir gecede bir büyüğü kafaya diktim. Liseden itibaren okumaya başladığım psikoloji ve felsefe kitaplarının yerini son yıllarda kanallık, spiritüellik, astroloji, şifalı taşlar, NLP, Reiki ve daha onlarca benzer konudaki kitap aldı. Konkenden sıkılıp yoga kursuna yazılan teyzelerin sayısındaki artışa bakarsanız toplumda da böyle bir eğilimin arttığını görebilirsiniz. Benim de bu artışla doğru orantılı olarak çevremdeki "spiritüel" insan sayısı arttı. Coştukça coştuk sizin anlayacağınız.
Bir gün yine benimle aynı kafada bir arkadaşım bir kitap kulübünden bahsetti. Kitabın ya da gittiğimiz merkezin ismini vermeyeyim diyorum başım belaya filan girer diye. Üç kız büyük bir gazla gittik Cumartesi günü kitaplarımızı alıp. İçimden "Ayy Lost'ta bile kitap kulübü vardı Darma köyünde, hep özenirdim" diye geçiriyorum içimden başıma geleceklerden habersiz... Ben devamlı soru soran rahatsız bir tipimdir. Sürekli gözlem halinde bir yapım vardır. Gittiğimiz merkezde herkes anlamsız bir sevgi yumağı halinde, birbirini öpüyor ve iltifatlar yağdırıyordu. Mutfakta mola sırasında yenecek börekler, çörekler, kekler dolar gününe mi geldik kaygısı yaşatıyordu. Neyse sonra "guru"muz geldi sınıfa. Kendisi ultra yüksek topuklu ve muhtemelen ultra yüksek fiyatlı ayakkabılar giymiş, her an ölebilecek bir cılızlıkta, soğuk ifadeli, hatta biraz ürkütücü bir kadındı. İçimdeki kıllanan sesi susturdum, kıçımı kırıp oturdum. Kitabı okumaya başladık ve doğal olarak ben yine soru sorup konuşmaya başladım. İlk paparamı o zaman yedim Dallama Laylama'dan. "Senin egon çok yüksek" yani dilimize tercüme edilmiş hali: "Sus bakiyim sen, otur oturduğun yerde".

Eve soru işaretleriyle döndüm. Her ne kadar hatuna kıl da olsam ben kendini çok acımasızca eleştiren bir tipimdir. Egom var mı lan? Harbi çok mu yüksek? Ay gerçekten mi? Ay noolcak? diye dertlendim. İnanmayacaksınız ama aylarca devam ettik oraya. Ve geçen zaman içinde süklüm püklüm bir şeye dönüştük. "Koç"umuz ne derse inanır olduk, epey de bir para döktük kendisine. Bendeki kıllanma çok fena devam ediyordu ama bir yandan da herkes yanlış da ben mi doğruyum diye soruyordum kendime. 

Ve yaz geldi. Programa ara verildi. Bir akşam üç kız balkonda oturup dedikodu yaparken konu mürebbiye kılıklı "koç"umuza geldi. Meğer ne dolmuşuz be kardeşim! Bir döküldük ki sormayın! Meğer kıllanan sadece ben değilmişim. (Ay ben bu yazıları yazarken çok sigara içiyorum, buna bir çözüm bulmam lazım). Kızlardan ikisi derhal uzadılar, daha doğrusu kendilerini kurtardılar. Ben içimdeki şüphelerle boğuşmaya devam ederek kaldım. Elbette kızların arkasından denmedik laf kalmadı: "Gelişime açık değiller", "Egoları çok yüksek", "Farkındalığı düşük", vs vs. Gruptan ayrılan kim varsa embesil, gruba katılan kim varsa üstün insan sayılıyordu. Sonunda bir gün ben de patladım, hem de ne patlama! İçimdeki eli maşalı canavar ortaya çıktı, açtım ağzımı, yumdum gözümü. Gerçi olay milletin önünde gerçekleşmedi, telefonda gerçekleşti ama bir bakıma hayrıma oldu diyebilirim lakin grup tarafından linç edilme riski olabilirdi. Yeni paragrafa geçmeden önce bir ek bilgi vereyim: Söz konusu grup artık kafayı yemenin ötesinde bir frekansta geziniyor. Duyduğum kadarıyla kendileri Pleides gezegeninden gönderilmiş rehberler ve ana geminin kendilerini gelip almasını bekliyorlar...

Zararın neresinden dönsek kardır diyerek bir kitap parasıyla başlayıp yüzbin liralar harcadığım günleri geride bıraktım ve yeni ufuklara yelken açtım. Yeni kitaplar, yeni tartışmalar, yeni kurslar... Sonunda vardığım nokta hiç beklemediğim bir nokta oldu. Hayatındaki tek kişisel gelişim kitabı olarak "Secret"i okuyup varoluşumuzun sırrını çözdüğüne inananlar, kanal olup öte alemden mesajlar alanlar, bilmem ne kızılderililerinin bilmem ne mantarını tüttürüp ruh eşini bulacağını umut edenler, iki günlük kursa bile gitmediği halde psikolog ve yaşam koçu kesilenler ve yetmiyormuş gibi dersler verenler... Şu anda şeyinizi sallasanız (erkekseniz) bir yaşam koçu, kariyer koçu, yaşam mimarı ya da şifacıya çarparsınız. Ham hatta bozuk bir meyveyken "olmuş" olduğunu sanan bu hıyarlardan benim öğreneceğim ne olabilir ki dedim. "Hayata pozitif bakalım, dileyelim ve bekleyelim, evren düşümüzü gerçeğe dönüştürecek". Ulan sen evrene ne verdin ki ne bekliyorsun? Önce ayakkabı takıntından vazgeç, önce empatiyi öğren, kollektif bilince boru hattı döşemek yerine önce kendine soru sormaya cesaret et, kalbini açmadan önce kulaklarını ve gözlerini aç... (Ay çok sinirlendim).

Peki bu "koç"lar neden türedi? Çok fazla "koyun" var da ondan. Tüm koyunlar kendilerini düzecek bir koç arayışında. Üstelik düzülmenin karşılığında bir de para veriyorlar. Benim geldiğim nokta ise şudur: İç sesini dinle. Doğru bildiğin bir insan olmaya özen göster. Kimsenin senin hakkında ne düşündüğünü kafaya fazla takma ama özgürlüğünün sınırlarını da bil, sevmesen bile başkasının sınırlarını ihlal etme. Kişisel gelişime merakın mı var? Al kitabını oku, üzerinde düşün, aklı selim bir arkadaşınla tartış ama "koyun sürülerine" katılma!