15 Aralık 2011 Perşembe

Hayatımın içine eden meslek grupları - 1

Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sorduklarında "Şarkıcı veya dalgıç" derdim. Şarkıcı tamam da dalgıç ne alaka hala anlamış değilim. Lise son sınıfa geldiğimde doğal olarak üniversite sınavı maratonuna dahil olmuştum. Son seneye kadar takdirnamelerle ailesini gururlandıran inek bir öğrenciyken canıma tak etmiş olacak ki lise sonda bütünleme sınavından bile geçemeyip kurula kaldım. Üniversite hazırlık kursunu da sıklıkla ekiyordum. Sınava 2-3 ay kala beni bir korku sardı ve kazanamazsam bir seneyi daha aynı sıkıntıyla geçireceğimi düşünerek çalışmaya başladım. Geçmiş senelerdeki performansın da katkısıyla mimarlık bölümünü kazandım. Kazandım da bu tercihi nasıl yaptım? Sanmayın ki çocukluktan beri maketler yapan bir tiptim. O sıralarda komşumuz mimarlık fakültesinde hocaydı, "mimarlık yazdırın" dedi annemlere... Bizimkiler de çocukluğum boyunca resim çizdiğimi düşününce mantıklı buldular. Oysa ki ben hep karı-kız resimleri çiziyordum. Mimarlıkla kurulabilecek tek bağlantı Lego oyuncaklarımdı. Belki hatırlarsınız üniversite hazırlık kurslarının hangi mesleğin öğrenciye uygun olduğunu saptayan testleri vardı. Senelerin ineği olarak ben her şeye uygun çıktım. Kulağa hoş geliyor olabilir ama seçeneklerin çok olması insanın işini zorlaştırıyor aslında. Annemler de nedense mühendislik ve mimarlık seçeneklerinden yürümenin uygun olacağına karar verdiler. Biliyorsunuz bizim memlekette matematik bölümünde okuyanlar çalışkan ve zeki, edebiyat bölümündekiler salak ve tembeldir. Bu embesil mantığın hala değişmediğine inanamıyorum.

Mimarlığa başladığım ilk sene daha birinci yarıyıl sona ermeden psikopat oldum. (Bkz. sağdaki resim). Ben nereden düştüm buraya diyerek okulu uzattım da uzattım. Ömrümden ömür yedi. 4. yıla geldiğimde en iyisi bu okulu bitireyim, sonra ne yapacaksam yaparım artık dedim ve tüm sosyal yaşama son vererek derslere gömüldüm. 6 senede uyduruk bir ortalamayla bitirdim. Dolayısıyla hayatımın içine eden ilk meslek MİMARLIK oldu.

Vızırdanarak ve sürünerek sürdürdüğüm iş hayatımda bir gün ayağıma kafam kadar bir çivi girdi! Ayağında sandaletle şantiyeye gidersen başına gelecek budur! Son derece hümanist bir insan olan patronum çivinin kaç santim girdiğini merak etti ve fazla girmediyse doktora gitmememi öğütledi (e tabi mesai saatlerinden yememek lazım). "Bu da hayat mı len?" diyerek işletme okumaya karar verdim. Ve yeni maceram başladı...

İşletme dedim ama yeniden bir 4 yıl daha okumaya halim yoktu doğal olarak. MBA programlarının yandan yemişi olan paralı 1 yıllık programlar var. İngilizce sınavından geçersen hazırlığı atlıyorsun ve son derece konsantre bir işletme eğitimi alıyorsun bir yıl boyunca. Haftada 5 gün, günde 8 saat gibi bir şey, kafa yedirtmeye yönelik. Meğer uluslararası finans denen şey ne sıkıcı bir şeymiş! Ekonomi desen makrosu var, mikrosu var. Bunlar yetmezmiş gibi bir de istatistik var. Gerçi finans hariç diğer tüm dersleri kıvırdım sayılır, kimisinden ucu ucuna, kimisinden "üstün" başarıyla geçtim. Hocalar ise dillere destandı. O zaman normal olduklarını sanıyordum, mezun olunca anladım. Bizi bir gazladılar ki sormayın. İş görüşmelerinde 2500 liradan az maaşa razı olmayın diyorlardı, sene 98 bu arada (ay yaşlılar gibi konuştum). Bizler popomuz fena halde kalkmış vaziyette mezun olduk. (Bkz. sağdaki resim). Okul çıkışında Unilever filan bizi bekliyor sanıyoruz. 4 ay boyunca iş aradım, hem de ne iş arama! Tüm insan kaynakları gazeteleri ve web sitelerindeki ilanlara bakıyor, haftada 15 yere filan başvuru gönderiyor, bunun sonucunda da haftada 5-6 yere filan görüşmeye gidiyordum. Sonuç olarak Eminönü'deki köhne bir iş hanında, mobilyaları 70'li yıllardan kalmış, hamam böceği çiftliği sanabileceğiniz bir nakliye firmasında işe başladım. Maaşım 750 liraydı... İlkokul mezunu olan ve dil bilmeyen patronum yabancı müşterilere yazacağı mektupları tercüme etmemi istiyordu. Babasını kaybeden bir Arap müşteriye yazdığı mektupta "Allah rahmet eylesin", "Toprağı bol olsun" gibi ifadelerin İngilizce'de karşılığı olmadığını söylediğimde aramızda soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Fazla dayanamadan ayrıldım ve iş arama günlerime geri döndüm. Böylece hayatımın içine eden ikinci meslek İŞLETME oldu.

Gelelim bizzat icra etmediğim halde maruz kaldığım meslek gruplarına... Bu yazıyı okurlarsa yarın protesto yürüyüşüne çıkabileceklerini düşündüğüm ilk meslek grubu mensupları DOKTORLAR olacaktır. 3-5 tane istisnayı saymazsak ben "insan" olan doktora rastlamadım. Kardeşim bu nasıl bir egodur? Ortak kıl özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
  • Öyle bir reçete yazayım ki sadece eczacı okuyabilsin (bazen onlar da okuyamıyor, şahit oldum).
  • Kötü huylu tümör yerine malignite filan diyeyim ki şanım yürüsün, ne kadar anlaşılmazsam o kadar üstünüm.
  • Mesleğimizi istismar eden meslektaşlarımız olduğuna inanmıyorum, hepimiz idealist melekleriz.
Bu maddeleri okuyup da benimle aynı fikirde olmayacak bir insan düşünemiyorum. Canımın içi endokrinoloji doktorum (dünya tatlısı bir şey) hariç hastaneye her gidişimde daha da bir hasta olup çıkıyorum. Doktorlara olan kinimi kustuğuma göre ikinci kılçık gruba geçebilirim: ÖĞRETMENLER. Bunlarla ilgili özellikle dikkat edilmesi gereken bir faktör var; yaş faktörü. Eski neslin gıcıklık dozu yeni nesle göre kat kat fazla. Bunlar genellikle emekli olduktan sonra Moda Gönüllüleri Vakfı türü yerlerde boş zamanlarını değerlendirir, arkadaşlarıyla çıktıkları turların otobüslerinde mikrofonla şiir ve şarkı okuyarak eğlenirler. Çevreye verdikleri rahatsızlıktan dolayı da özür dilemezler. Birbirlerine "hocam" diye hitap ederler ve genç, yaşlı demeden herkesi öğrenci zannederler. "Peki peki anladık" şarkısı onlar için yazılmış olabilir.

Öğretmen grubuyla son derece benzer özellikler taşıyan bir grup da SUBAY VE ASTSUBAYLARDIR. Öğretmenlerin herkesi öğrenci sanması gibi bunlar da herkesi er zanneder. Hiç unutmam, bir bayram zamanı gittiğim arkadaşımın evinde emekli subay babası bizi sıraya dizmişti el öptürmek için. Bunlar da özel hayatlarında bile rütbeye göre hareket ederler. Odaya general girdiyse o benim bile "paşam"dır. Hani sen bayansın, adam kapıyı açsın filan yok. Hööööööyt general durumu söz konusu. O yürüyecek, sen arkasından sürüneceksin. 

Meslek grubuna girer mi bilmiyorum ama epey zaman aldığı ve epey emek gerektirdiği için MENOPOZ KONUSUNDA İHTİSAS YAPMAKTA OLAN MERAKLI EV HANIMLIĞINI da ben meslek olarak görüyorum. Mesela bizim apartmanda var bunlardan bir tane. Zaten muhtemelen bunların bağlı olduğu bir bakanlık var, her apartmana bir tane atanıyor. Bizim teyze bütün gün çok meşgul, faaliyetlerinden dolayı maaşa bağlanması gerektiğini düşünüyorum. Apartmanda kim klima taktırmış, kim arabayı yenilemiş, mahalledeki kedileri besleyen deli teyze nerede, yandaki inşaat ne zaman bitecek gibi bilgileri kendisinden alabilirsiniz. Ama bunun da bir bedeli olacaktır elbet. Karşılığında sizden de bilgi alacaktır. Yazın nerede tatil yaptınız, kocanız bugün niye evde gibi sorularla karşılaşmanız çok muhtemeldir. 

Valla yaza yaza içim şişti. Daha neler var da yazarsam yarın hayatta kalır mıyım endişesiyle yazmıyorum.

Şu anda verdiğim bir kararla bu konudan bir seri yazılır diyorum. Sırada devlet memurları, reklamcılar ve psikologlar var. Bekleyin anacım, arkası yarın:)

1 yorum:

  1. Denizcim, müthiş gözlemlerin ve güzel ifadelerin sayesinde neşeyle okudum yazılarını, daim olsun...

    YanıtlaSil